Kur’ân’ın mesajı, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (as)’den itibaren başlayan vahyin bir devamıdır. Zira Allah katında bütün dinlerin esası bir olup, o da İSLÂM’dır:
“Allah katında din, İslâm’dır.…” (Âl-i İmran, 3/19)
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti, müminler de. Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resûllerine iman etti. ‘O’nun resûllerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz.’ dediler ve eklediler: ‘İşittik ve itaat ettik ya Rabbena, affını dileriz, dönüşümüz Sanadır…’ ” (Bakara, 2/285)
“De ki:“Allah’a, bize indirilen (Kur’ân)e, İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Ya’kûb’a ve torunlarına indirilene, Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onların arasında hiçbir fark gözetmeyiz, biz O’na teslim olmuşlarız.” (Âl-i İmran, 3/84)
İnsanı yaratan, onu en ince noktalarına kadar bilen, ihtiyaçlarını karşılayan Allah, her dönemdeki insanlara gerekli mesajı ulaştırmış, son noktayı Hz. Muhammed (s.a.s.) ile koymuştur. Demek ki bundan sonra peygamber gelmeyecek, vahiyde değişiklik olmayacak ve insanlar bu son vahiyle hayatlarını sürdüreceklerdir:
“..Bugün, dininizi kemâle erdirdim. Size ni’metimi tamamladım. Ve din olarak size İslam’ı seçtim…” (Mâide, 5/3)
“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bu din) ondan asla kabul edilmeyecektir. O kimse âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Âl-i İmran, 3/85)
“Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Ama Allâh’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzab, 33/40)
İslam güzel ahlâkı, bütün şubeleriyle, beşerin istifadesine sunar. Hiçbir meselesi yoktur ki, binlerce faydası bulunmasın, maddî ve manevî hastalıklara birer deva, birer şifa olmasın. İslâm dini ilim ve hikmete istinat eder; akıl sahiplerini kendi iradeleriyle hayır ve saadete sevk eder. Cehaleti en büyük düşman kabul eder; insanları daima tefekküre teşvik eder. İslâm dininin bütün insanlığa ne büyük bir rahmet olduğunu anlamak için, dünyanın Asr-ı saadetten önceki ve ondan sonraki halini nazara almak lazımdır.
İslâmiyet’ten önce, bütün dünya cehalet ve dalaletin, terör ve anarşinin insafsız pençeleri altında kıvranıyordu. Dünyayı kavuran bu vahşet ve dehşetten Arap yarımadası da hissesini almıştı. İnsanlar kız evlatlarını diri diri toprağa gömmekle iftihar ederlerdi. Hurafelere inanırlar ve kendi elleri ile yaptıkları putlara tapar, onlardan yardım dilerlerdi.
O karanlık dönemde, Kur’an’ın nuru Arap Yarımadasının bir köşesinden güneş gibi tulu etti. Küfür ve zulmün en kesif tabakalarını parçaladı. Ulvî tecellisiyle gözleri kamaştırdı, feyiz ve hidayetiyle ruhları temizledi, akılları parlattı, vicdanları ziyalandırdı. Şirki kaldırıp kalplere tevhidi yerleştirdi. Zulmü kaldırıp yerine adaleti tesis etti. Sinelerden kini ve düşmanlığı çıkardı, yerlerine muhabbet, şefkat ve merhameti yerleştirdi.
Kur’an’ın bu tesiri yalnız Asr-ı saadete münhasır kalmamıştır. Ondan sonra da hangi millet İslâmiyet’i kabul etmiş ve hayatına tatbik etmişse hem ilim ve irfanda, hem de sanayi ve ticarette ilerlemiş ve diğer milletlere örnek olmuştur. Bunun en parlak misalleri, Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleridir.